Daha önceki makalelerimizde, papirüs, Parşömen ve kağıdın tarih sahnesinde nasıl yer aldığı ve dünyaya nasıl yayıldığı konusunda bilgiler vermiştik. Artık kağıtçılığın kendi tarihimize nasıl girdiği ve nasıl geliştiği konularında bilgi vermeye çalışacağız. Biraz uzun bir makale olacak; umarım okurken sıkılmazsınız.

Türklerin tarihi üzerine yazılı bilgi ve belgelere bakıldığında XII. yüzyılda Anadolu'da kâğıt üretildiği izlerine rastlanmakla beraber, bir sonraki yüzyıl için bir şey söylenemediği açıklanmaktadır
Öte yandan Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk yıllarında İstanbul, Bursa ve Amasya gibi şehirlerde kâğıt üretildiğine ilişkin ipuçlarına rastlamak mümkün olmuştur. Aynı Şekilde XV. yüzyıl ortalarından XVIII. yüzyıl ortalarına kadar kâğıt ihtiyacının yerli imalatla değil de başta Avrupa olmak üzere dışardan karşılandığını görüyoruz. XVI. yüzyıldan itibaren yeniden görülen yerli imalat çabalarının ise cılız, kısa ömürlü ve özellikle Avrupa kâğıtlarının rekabeti karşısında kalıcı olamadığını gözlemliyoruz.vkâğıt üretimi konusunda pek fazla varlık gösteremedikleri, kâğıt üreticisi olmaktan çok kâğıt ithalatçısı oldukları anlaşılmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda XVI.-XVII. yüzyıllarda kullanılan başlıca kâğıt türleri, sultani, abadi, İslambol, ay ve alem damgalı kâğıt ve helva kâğıdı'dır. Bu dönemde kâğıt oldukça pahalıdır. Anılan yüzyıllarda Ankara'da işçi gündelikleri 10-12 akçe iken, bir deste Avrupa kâğıdı 8 ve bir deste İslambol kâğıdı 24 akçeydi. Bir işçinin iki günlük çalışması karşılığında bir deste İslambol kâğıdı alınabiliyor ya da dört deste İslambol kâğıdına ödenen para ile bir koyun satın alınabiliyordu.
Doğu kökenli kâğıtların Avrupa kâğıtlarından daha pahalı olduğu biliniyor. Kısmen bu nedene bağlı olarak XVI. yüzyıldan itibaren Doğudan daha az kâğıt gelmiş, XVIII. yüzyılda ise Doğu kâğıtları hemen hemen piyasadan çekilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'na XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı'dan kâğıt gelmeğe başlamıştır. Avrupa'da büyük ölçekte kağıt üreten imalathaneler önce İtalya'da kurulduğu için, Venedik tacirleri kanalıyla gelen İtalya kökenli kâğıtlar Osmanlı piyasasını tutmuştur. Nitekim XV. yüzyılda kullanılan Kağıtların önemli bir bölümü İtalyan imalathanelerinin kâğıtları olmuştur. Bir sonraki yüzyılda Batıdan Türkiye'ye kâğıt ihracatı daha da artmıştır. Avrupa Kâğıt imalathanelerinden, Doğuya gönderdikleri kâğıtlara, ay-yıldız, alem vb. bu yörelere özgü filigranlar koymayı da ihmal etmemişlerdir.
XVII. yüzyıl ortalarına kadar İtalyan kâğıtları Osmanlı piyasalarına egemenken, yüzyılın ikinci yarısından itibaren Fransız kâğıtları, İtalyan kâğıtları aleyhine artış göstermeye başlamıştır. Bunun başlıca nedeni, Fransız kâğıt imalathanelerinin göstermiş olduğu hızlı gelişmedir. Gerçekten de Fransa, 1650 dolaylarında İspanya'ya 10.000 top, İngiltere'ye 200.000 top, Hollanda, İskandinav ülkeleri ve Rusya'ya 400.000 toptan fazla kâğıt ihraç ediyordu." XVII. yüzyılın ilk yarısında, Fransız rekabeti nedeniyle, Venedik'ten Türkiye'ye yapılan kâğıt ihracatının azaldığı görülmektedir. XIX. yüzyıl başlarından itibaren ise Venedik ve Fransız kâğıtlarının yanı sıra İngiliz ve Felemenk kâğıtları da piyasada görülmeye başlamıştır. Özellikle İngiliz kâğıtlarının Osmanlı piyasalarında iyi kaliteleriyle isim yaptıklarını belirtmek gerekir.
Gelişen Avrupa kapitalizminin etkilerine açılan ve giderek onun bir açık pazarı haline gelen Osmanlı İmparatorluğu'nda güçlü bir kâğıt sanayiinin doğup büyümesini beklemek fazla iyimserlik olurdu. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu'nda özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren, kâğıt üretimi için ciddi girişimler olmuşsa da bunların hiçbirisi kalıcı olamamış, kapitüler ayrıcalıklarla donanmış Avrupa kâğıt yapımcılarının amansız rekabeti karşısında bir bir yıkılıp gitmiştir.
XII. yüzyılda Anadolu'da kâğıthanelerin bulunduğu, Haçlı Seferleri'ne katılarak esir düşen kimi Fransız ve İtalyanların zanaatı buralarda öğrenip, memrleketlerine döndükleri zaman Vidalon, Ambert (Fransa) ve Ancona, Fabriano (Italya) gibi yerlerde kâğıthaneler kurdukları ve bu kâğıthanelerden bazılarının günümüzde de varlıklarını sürdürdüğü, en azından birer en azından birer "Müze-Kütüphane” olarak turistik amaçlarla korundukları bilinmektedir. Özellikle Mehmed Ali Kâğıtçı'nın Batı kaynaklarına dayanarak yaptığı tespitlere göre, Anadolu'da kurulmuş bu tür ilk kâğıthanelerden birisi de Pamukkale'de (Hierapolis) bulunuyordu.

Pamukkale Kâğıthanesi:
Pamukkale Kâğıthanesi'ne ilişkin olarak, yüzyıllar önce Çürüksu Vadisinde böyle bir kâğıthane bulunduğu yolundaki genel tesbit dışında herhangi bir bilgi ya da belgeye sahip değiliz. Ancak Anadolu'da yeri az çok bilinen ilk kâğıthane olması nedeniyle, buranın ihya edilmesi, bir müze-kâğıthane ve kültür merkezi kurularak, Türk kâğıtçılığı ve turizmi açısından bir cazibe merkezi yaratılması konusunda Mehmed Ali Kâğıtçı'nın yıllar süren girişimlerini şahit olunmuştur.

Amasya kâğıthanesi;
Osman Ersoy, Amasya'da XV. yüzyılın başında bir kâğıt imalathanesi olabileceğine ilişkin iki eserde bilgiye rastladığını belirtiyor. Buna göre, Bayezit Paşa'nın Amasya'da kurdurduğu caminin Ocak 1418 (Zilhicce 820) tarihli vakfiyesinde, “Kâğıtçı Muhiddin Mescidi" ve
ve yine zahiri medine-i mezburede manzara-i ulya kurbinde kâğıthane cüneynesi demekle meşhur bahçenin...” Kaydına rastlanıyor. Bu kayıtlar, Ersoy'un çok haklı olarak belirttiği gibi, Selçuklular devrinden itibaren önemli bir kültür merkezi olan Amasya'da bir kâğıt imalathanesinin bulunduğunu düşündürebileceği gibi, buranın kâğıt işlenen bir yer olabileceği ihtimalini de akla getirmektedir.

İstanbul (Bizans) Kâğıthanesi;
İstanbul'un bugün Kâğıthane adı verilen semtinde Bizanslılardan kalma ve daha sonra da belirli aralıklarla kâğıt üretimi yapıldığı kabul edilen bir kâgithaneden çeşitli kaynaklarda söz edilmektedir.Bu kâğıthanenin varlığına ilişkin bilgilerin büyük ölçüde Evliya Çelebi'den (1611-1681) kaynaklandığı anlaşılıyor. Zira Çelebi, Seyahatname'sinin birinci cildinde, “Kefere zamanında burada kâğıt imaline mahsus kargir kubbelerle mebni kâğıthane varmış.
Hala su dolaplarının biri Daye Hatun Camii'nin altında numayandır. Harab ise de sehi-i imar ile bir baruthane olması mümkündür.” demektedir.
Ayrıca Joseph Hammer, Abbe Todorini ve Franz Babinger gibi tarihçi ve araştırmacılar da İstanbul'da bir kâğıt imalathanesinin varlığından söz etmektedirler. Mehmed Ali Kâğıtçı, 1. Bayezid döneminden kalma 1509 tarihli bir belgenin bu kâğıthanede üretilen kâğıt üzerine yazılmış olduğunu, Süleymaniye Camisi'nin (1550-1557) inşaatı ile ilgili kimi kayıtların bu kâğıthane ürünü kâğıtlar üzerine yazılmış bulunduğunu ve tarihçi Ahmed Refik'in Alimler ve Sanatkarlar adlı eserine dayanarak, II. Selim döneminde (1789-1808) kâğıthanenin düzenli olarak işletildiğini ileri sürmektedir. Bütün bunlara karşın, İstanbul'un Kâğıthane semtinde ileri sürüldüğü gibi uzun yıllar faaliyet göstermiş bir kâğıthanenin varlığını ileri sürmek için kesin belgeler ve burada üretilmiş kâğıt örnekleri elde mevcut değildir.

Bursa Kağıthanesi;
Yine XV. Yüzyılda Bursa'da da bir kağıt imalathanesi bulunduğu kim kaynaklarda belirtilmektedir. Bilimsel olarak incelendiğinde bu konuda da kesin bir hükme varmak güçleşmektedir. Nitekim konuyu inceleyen ve daha önce çeşitli kaynaklarda sözü edilen belgeleri araştıran ve bu konuda Bursa'da Kağıt Fabrikası Meselesi" adıyla özgün bir makale yazan Osman Ersoy'un değerlendirmelerine katılmak gerekmektedir. Buna göre Mehmed Ali Kağıtçı'nın Kâğılçılık Tarihçesi, s. 212'de sözünü etiği Ve Kamil-Dr.A. Süheyle'e dayanarak belirttiği Bursa Şeriye Sicilleri'ndeki 1486 (892H.) tarihli belge araştırmalara karşın bulanamamıştır. Adı geçen belgede, Bursa'nın Filiboz (Dilimboz ya da Cilimboz) Deresi vadisinde bir kâğıthane olduğuna dair kayıt bulunduğu belirtiliyordu. Belge bulunamadığına göre, bu konuda kesin bir şey söylemek olanağı ortadan kalkmaktadır.
Aynı kâğıthane için sözü edilen 1519 (925H.) tarihli ve Ersoy tarafından bulunarak tam metni anılan makalede verilen belge ise, bu tarihten önce Bursa'da bir kâğıthane bulunduğunu ve burada kâğıt işlendiğini kesinlikle ortaya koymaktadır. Ne ki 1519 tarihli belgede de kâğıthanenin mahiyeti hakkında yeterli bilgi olmadığı için burasının kâğıt imal edilen mi yoksa kâğıt işlenen bir yer mi olduğu açıklıkla belli değildir.

Yalova (Yalakabad) Kâğıthanesi:
Osmanlı İmparatorluğu'nda varlığını kesin olarak belgeleyebildiğimiz ilk kâğıt imalathanesi, XVIII. yüzyılın ortalarında Yalova'da kurulan kâğıthanedir.
İlk Türk matbaasının kurucusu olan İbrahim Müteferrika'nın Yalova'da bir kâğıt imalathanesi kurmak için 1741 tarihinde faaliyete geçtiğini biliyoruz. Gerek Mehmed Ali Kâğıtçı'nın Kâğıtçılık Tarihçesinde, gerekse Osman Ersoy'un XVII. ve XIX. Yüzyıllarda Türkiye'de Kâğıt adlı kitabında yer alan belge ve bilgilerden Yalova kâğıt imalathanesi hakkında bir hayli bilgiye sahip bulunuyoruz. Hatta Nigar Anafarta'nın Hayat Tarih Mecmuasında yayınlanan bir yazısından, bu kâğıthanede üretilen kâğıtlarda stilize bir cami içinde “Yalakabad 1158 (1745)” yazısı bulunan bir filigranın da yer aldığını öğreniyoruz. Bu bilgilerden, kâğıt imalathanesinin kurulması ve işletilmesi için gerekli uzmanların Lehistan'dan getirtilmiş, bu ustalarla Müteferrika arasında yapılan anlaşmaya göre, kâğıthanenin aletlerinin bu ustalar tarafından yapılmasının, ancak gerekli malzemenin devletçe sağlanmasının kararlaştırılmış olduğunu öğreniyoruz. Lehli ustaların ülkelerine döndükleri zaman yerlerine geçebilecek elemanları yetiştirmesi de şart koşulduğu da açıklanmaktadır.
Mehmed Ali Kâğıtçı'nın aktardığı 1746 (1159H.) tarihli birkaç belgeden de Kâğıthanenin kurulacağı çiftliğin satın alınması, kâğıthanenin suyunu temin eden derenin başkalarınca israf edilmemesi ve kasaba halkının bu 'sudan yararlanmaması, derenin mecrasının düzenlenmesini ve korunmasını sağlayacak olan gayrimüslimlerin kimi vergilerden muaf tutulmalarına ilişkin hükümler yazılmış olduğunu öğrenilmektedir.”
18 Nisan 1745 tarihli bir belgeden kâğıthaneye ikinci bir dolabın ilave edildiğini, 7 Nisan 1754 ve ve 29 Mart 1946 tarihli iki belgeden Padişah I.Mahmud'un yeri kurulan kağıt imalathanesinden çok memnun kaldığını, o kadar ki yaptığı kağıdı kendisine sunan İbrahim Müteferrika'ya 100 adet altın ihsan ettiğini, 20 Temmuz 1746 tarihli bir başka belgeden ise, kâğıthanenin su azlığı yüzünden kapanmak tehlikesi ile karşılaştığını biliyoruz.
1760 senesinden sonra imalathanenin faaliyetini sürdürüp sürdürmediği kesinlikle bilinemiyor. Elimizde imalathanenin üretim bilgilerini içeren belgeler bulunmadığı için de Yalova Kâğıthanesi'nin ülkenin ihtiyacına ne kadar cevap verdiği saptanamıyor. Osman Ersoy, Yalova Kâğıthanesi'nin 10-15 yıl çalıştıktan sonra kapandığını tahmin ediyor ve bunun nedenleri arasında, Avrupa kâğıtlarının rekabetini, suyun çevre halkı tarafından kullanılması nedeniyle su yetersizliğini ve teknik elemanların bulunmayışını, birer olasılık olarak, zikrediyor.
Anafarta tarafından, bulmuş olduğu filigrana dayanarak kâğıt üretmeye başladığı tarih 1745 olarak verilen Yalova kâğıt imalathanesinin olası kapanış nedenleri, özellikle yabancı kâğıtların rekabeti, Türk kâğıtçılığına yaklaşık 200 yıl musallat olacak ve bu zincir ancak 1930'larda kırılabilecektir

(İstanbul)Kâğıthane Kâğıt Fabrikası:
“Kelere zamanında” bir kâğıthane bulunduğunu Evliya Çelebi'nin aktardığı İstanbul'un Kâğıthane semtinde, III. Selim döneminde (1789-1807), bir kâğıt fabrikasının faaliyet gösterdiğine ilişkin kimi belgeler vardır. Kağıtçı'nın Ahmed Refik'e dayanarak verdiği bilgiye göre, Rusçuklu Mehmet Emin Behiç tarafından Kâğıthane'de bir kâğıt fabrikası kurulmuş, ancak ürettiği kâğıt, işçi ücretlerini ve diğer masrafları karşılayamadığından 1500 kese açık vererek kapanmak zorunda kalmıştır. Ayrıca, Charles White, Abdurrahman Şeref, Franz Babinger'in eserlerinde de III. Selim döneminde Kâğıthane'de kâğıt yapıldığına ilişkin bilgiler yer almaktadır. Osman Ersoy da, 29 Eylül 1793 tarihli bir belge ile kâğıt imaline yarayacak paçavraların hazırlanmasında kullanılacak eczadan arta kalanların Sadabad'da saklanmasına dair Başmuhasebe'ye yazı yazılmış olmasının burada kâğıt imal edildiğinin bir işareti olduğunu belirtiyor.

Beykoz Kâğıt Fabrikası:
XIX. yüzyılda kurulan kâğıt fabrikalarının ilki ve hakkında en fazla bilgiye sahip olduğumuz kâğıt fabrikası, yüzyılın hemen başında kurulan ve yaklaşık otuz yıl etkin faaliyet gösteren Beykoz Kâğıt Fabrikası'dır. Bu fabrikanın öyküsünü arşiv belgelerine dayanarak ayrıntılı bir şekilde inceleyen Osman Ersoy'a göre, Beykoz Kâğıt Fabrikası 14 Mart 1804'te kurulmuş ve Nisan 1832 tarihine kadar etkin bir şekilde çalışmıştır.
Ersoy'un Saptamalarına göre, kâğıt fabrikasının kurulması ve yerinin seçilmesi işi ciddiyetle ele alınmış; 14 Mart 1804'te Beykoz Hünkar İskelesi'ndeki değirmen ocağı, fabrikanın kuruluş yeri olarak saptanmış, fabrikanın su ihtiyacını gidermek üzere Akbaba Köyü'nde Hanife Hanım'a ait değirmen ve suyu satın alınmış ve Baruthane ustabaşısı Arakil su yollarının yapımı için görevlendirilmişti. Nitekim İnciciyan, “İçinde bulunduğumuz 1804 senesinde, maharetli Ermeni ustaları tarafından çuha ve kâğıt imalathaneleri kurulmuş bulunuyor” derken büyük ihtimalle Beykoz Fabrikası'ndan söz ediyordu.
1804 yılının sonlarıyla 1805 yılının başlarında fabrika inşaatının büyük kısmının bittiği, dört silindirde kâğıt imal edilmeye başlandığı ve esnafa ve basmahaneye kâğıt verildiğini görüyoruz. Fabrikanın kuruluş yerinin Beykoz ve Yalıköy'e, yani alışveriş merkezlerine, uzakça olması nedeniyle işçilerin yiyeceklerini sağlamada güçlük çekmemeleri için fabrika yakınında bir fırınla bir bakkal dükkânının kurulması için ferman çıkarıldığını biliyoruz.
1805 yılı Ekim ayının sonlarına doğru fabrikanın yapımı hemen hemen tamamlanmıştı ve Padişah II. Selim 28 Ekim 1805 günü fabrikayı ziyaret etmiş, her bölümde ayrı ayrı bilgi almış, fabrikanın kuruluşunda çalışan Karabet Kalfa'ya, Asker oğlu Artin, Kethüda Mustafa ve Başamele Mehmet'i “hassa-yı hasekileri zümresine ithal” ederek ödüllendirmişti.
Kabakçı Mustafa ve arkadaşlarının 1807 Mayısındaki ayaklanmaları sonunda III. Selim tahttan indirilmiş, yeni yönetim pek çok yeniliği yıkmış olmasına rağmen, Kâğıt fabrikasına dokunmamış ve fabrika faaliyetini sürdürmüştür Beykoz Kâğıt Fabrikası'nın yönetimi önce İrad-ı Cedid Hazinesi'ne verilmiş, fakat beş gün sonra bu karardan vaz geçilerek fabrikanın yönetimiyle masrafların görülmesi işi Daephane-i Amire'ye bırakılmıştır. Zaman zaman fabrika personel maaşları ve masraflarının Ceb-i Humayun Hazinesi'nden (Padişahın özel hazinesi) ödendiği bile olmuştur.
Osman Ersoy'un arşivlerdeki araştırmalarına göre fabrikanın 1832 yılından sonraki durum karanlıktadır.
Aylık hasılat ve masraf cetvellerine göre, Beykoz Kâğıt Fabrikası'nda yaklaşık yedi yıllık bir zaman boyutunda en az 5, en çok 41 kişi çalışmıştır. Ortalama olarak çalışan personel sayısı 28'dir. Çalışanlara ödenen aylık 15 ile 100 kuruş arasında değişmekte ve bir kişi için ortalama ödenen para, ayda 45 kuruştan aşağı düşmemektedir. Zeytinyağının okkasının 50 para ile 2 kuruş arasında değiştiği, kurbanlık koyunun beş kuruşa satın alındığı günlerde personele fena para ödenmemiş olduğu hükmüne varılabilir. Fabrikanın işçilerine arka çıktığı, en azından gelecekteki üretimi düşündüğü, onarımla geçen Nisan 1817 ile Ağustos 1820 tarihleri arasında, görevi önemli olan işçi ve personelin yarım aylıkla istihdam edilmesinden de anlaşılmaktadır.
Beykoz Kâğıt Fabrikası'nda çeşitli kâğıtlar üretilmiş ve değişik fiyatlardan satılmıştır. Fabrika yalnızca İstanbul esnafının ve basmahanenin değil, ordunun ihtiyacına da cevap vermeye çalışmıştır. Çok sağlıklı bir karşılaştırma yapılamasa da, fabrikanın ürettiği kâğıtların fiyat ve kalite yönünden piyasadaki ithal kağıtlarla baş edemediği anlaşılmaktadır. Yerli imalatın sürümü iyi olmakla Yahudi tüccar tarafından dışardan ithal edilen yabancı kâğıtla rekabet etmesi zordu. Kaldı ki üretilen miktarlar sınırlı kaldığından, devlet bile kendi ihtiyaçları için dışardan kâğıt ithalini sürdürüyor, esnaf da yerli kâğıda çok fazla itibar etmiyordu.
Nitekim Beykoz Kâğıt Fabrikası 1832'de kapanmamış ama etkinliği giderek azalmıştır. Bir İngiliz gözlemci, 1844 yılında kâğıt fabrikasının varlığını sürdürdüğünü belirtmekle birlikte, öteki fabrikalar gibi bunun da teşvik görmediğini ve dışardan ithalat yapmanın daha ekonomik sayıldığını söylemektedir.
Konuyu ayrıntılarıyla ve birinci el kaynaklara dayanarak araştırmış olan Osman Ersoy, Beykoz Kâğıt Fabrikası'nın gelişememesinin en büyük nedenini, insan gücüne ihtiyaç gösteren bu gibi tesislerin makine gücüne dayanan, bir başka ifade ile kâğıt üretimine sanayi devriminin getirdiği ivme karşısındaki başarısızlıkla açıklamaktadır.

İzmir Kâğıt Fabrikası:
XIX. yüzyılda Türkiye'de ikinci kâğıt fabrikasının İzmir'de” kurulduğunu ve 1846 yılı sonlarına doğru kâğıt üretimine başladığını biliyoruz. Konuyu incelemiş olan Osman Ersoy, fabrikanın temel hafriyatının 1844 yazında yapılmış olduğunu tahmin etmekte, fabrikayla ilgili belgelerin zaman aralıkları taşıdığı için faaliyetlerinin yıl yıl izlenemediğini kaydetmektedir. Bu fabrikaya ilişkin bilgilerimize göre, amaç ucuz kâğıt üretilmesiydi ve fabrika 5 yıl için gümrük resminden muaf tutulmuştu. Ancak bu önlemin bile çalışmadığı, İstanbul ve başka vilayetlere gönderilen kâğıtlardan İzmir gümrükçüsünün resim almayı sürdürdüğü anlaşılıyor.
Fabrika Bryan-Donkin tipi modern bir kâğıt makinesine sahipti ve yapılan kâğıtların kalitesi iyiydi. Bu fabrikada üretilen kâğıtların hiç değilse bir kısmı “eser-i cedid” kâğıdı olarak bilinmektedir. Fabrikanın bir süre devletin kâğıt ihtiyacının bir kısmını karşıladığı, ancak devletin bile satın aldığı kâğıdın. parasını fabrikaya iki yıl geç ödediği düşünülürse başarısızlığının nedeni anlaşılır.
Fabrikanın kapanış tarihi konusunda da kesin olarak bir şey söylemek mümkün değildir. Ersoy “1847-1851 arasındaki imalat hakkında bilgilerimiz eksiktir” ve “1851'in son ayları ile 1852'nin ilk iki ayında İzmir fabrikasından 72.615 kuruşluk kâğıt satın alındı...” dediğine göre fabrikanın 1852 yılının, hiç değilse ilk aylarında faaliyette olduğunu düşünmek olasıdır.

Hamidiye Kâğıt Fabrikası:
XIX. yüzyıl sonlarında kurulan ve hakkında en fazla bilgi, belge ve hatta fotoğraflara sahip olduğumuz kâğıt fabrikası Hamidiye Kâğıt Fabrikası'dır. Söz konusu fabrika II. Abdülhamid tarafından Serkarin (Başmabeynci) Osman Bey'e verilen 14 Eylül 1886 tarihli bir imtiyazname uyarınca kurulmuştur. Büna göre, “Hamidiye Kâğıt Fabrikası” adıyla bir kâğıt fabrikası kurma yetkisi ve imtiyazı 50 yıl süreyle Osman Bey'e veriliyordu. Osman Bey fabrikayı dört yıl içinde kurmayı kabul ediyordu ve fabrika için seçilecek yer devletin ise parasız, değilse devletçe satın alınacak ve imtiyaz sahibine verilecekti. İmtiyaz tarihinden itibaren 50 yıl süreyle kâğıt fabrikası kurmak için başka hiç kimseye izin verilmeyecekti. Bununla birlikte, bu fabrikanın imalatı ihtiyacı karşılayamaz ve başkaları daha uygun teklifler getirirse, devlet yeni bir karar verme yetkisini elinde bulunduracaktı. Üstelik fabrika için gerekli yerli ve yabancı alet ve edevat ile üretilecek kâğıtların ihracatından gümrük resmi alınmayacaktı. Ayrıca, imtiyaz sahibinin fabrika için bir şirket kurma yetkisi vardı.
Osman Bey bu imtiyaz uyarınca bir anonim Şirket kurdu. Şirketin sekiz “fasıl” ve toplam 44 madde olan “Nizamname-i Dahili”si Düsturun 1. tertibinin 6. Cildinde yayınlandı. Buna göre, şirketin ünvanı Hamidiye Kâğıt Fabrikası olacak ve Osmanlı kanun ve nizamlarına tabi bulunacaktı (Md.2). Şirketin merkezi İstanbul'da olacak ve yabancı ülkelerde dahi şubeleri bulunabilecekti. Şirketin sermayesi 300.000 Osmanlı Lirası'ndan ibaret olup, her biri onar liralık 30.000 hisseye bölünmüştü (Md.6). Nizamname'ye göre şirket ayrıca tahvil çıkarmaya da yetkili olacaktı (Md.6). .
Nizamname'nin 7. maddesine göre, “Şirket, hisse senedatının tamamı imza ve sermayesinin yüzde onu istihsal olunduktan sonra suret-i kat'iyede teşekkül etmiş” sayılacaktı. Nitekim 10 Haziran 1890 tarihli bir belgeden, 27300 İngiliz Lirası'nın Osmanlı Bankası'nın Londra Şubesi'ne 3 Haziran 1890 tarihinde yatırıldığı anlaşılmaktadır.
İdare meclisi üyelerinin en az beş hisse senedine, genel kurul üyelerinin ise beş hisseye sahip olmaları gerekiyordu (Md.16 ve 25). Hamidiye Fabrikası Anonim Şirketi, Beykoz Kır mevkii ve Hünkar İskelesi'nde Osman Bey'in oğlu Ali Cevad Bey'e ait 42 dönüm araziyi satın aldı ve 19 Haziran 1890 tarihinde fabrikanın temeli atıldı. Bu arada, ülke dışından gelecek makine ve aletler de İngiltere'deki Masson Scott firmasına ısmarlandı. Firma, temin edeceği dört kâğıt makinesi ile diğer araç ve gerecin monte edilmesi işini de üs lendi. Ancak şirketin çıkardığı hisse senetlerinin rağbet görmemesi, İngiliz firmasına taksitlerin ödenememesine yol açtı ve dört makine içinde sigara kâğıdı üretecek olandan vazgeçildi ve fabrikanın kurulmasından sonra altı ay süreyle Masson Scott firmasınca işletilmesi kararlaştırıldı. Bu yeni düzenlemeler: den sonra fabrika kuruldu ve 22 Ocak 1893 tarihinde açıldı. Açılış törenine Padişah'ı temsilen Erkan-ı Harp Feriki Şakir Paşa katıldı.
Masson Scott firması anlaşma gereğince fabrikayı kurduktan sonra altı ay çalıştırdı ve Hamidiye Kâğıt Fabrikası Anonim Şirketi'nden alacağını istedi. Şirket borcunu ödeyemeyince mahkemeye gidildi ve mahkeme kâğıt fabrikasını Masson Scott firmasına verdi. Firma fabrikayı çalıştırmak istediyse de kendi yönetim kurulunun, “Masson Scott firmasının kâğıt sanayiine makine yaptığı; kendi müşterileri ile rekabet etmek anlamına gelecek” böyle bir faaliyetin doğru olmayacağı yolundaki itirazı üzerine fabrikanın faaliyeti sürüncemede bırakıldı. Böylelikle fabrika, 1912 yılına kadar, Kâğıtçı'nın deyişi ile “metruk ve muattal” kaldı.
Masson Scott firması 1912 yılında fabrikayı satışa çıkardı ve fabrika Hamidiye Kâğıt Fabrikası Şirketi tarafından satın alındı. Fabrikanın işletmeye açılması için hazırlıklar devam ederken fabrikaya haciz kondu ve imtiyazname gereği muaf tutulduğu kimi resim ve rüsumların ödenmesi istendi. Uzun girişimlerden sonra haciz kaldırıldı. İngiltere'den kâğıt mühendisleri ve ustalar getirtilerek faaliyete başlandığı sırada Birinci Dünya Savaşı başladı ve İngiliz personel ülkelerine döndü.
Altı aydan fazla düzenli çalışamamış olan bu fabrikanın ürünleri hakkında da herhangi bir bilgimiz yoktur. Bununla birlikte Hamidiye Kâğıt Fabrikası'nda üretilen kâğıtların bir süre kullanıldığı kesindir.
Fabrikanın akıbeti, şimdiye kadar aktarılanlardan daha da hazin olmuştur. 1915 yılında müttefiklerimiz (özellikle Almanya) harp malzemesi yapılmak üzere kâğıt fabrikası makinelerinin kırılmasını ve kendilerine teslimini talep etmişler ve bu talep yerine getirilmiştir.
Buraya kadar özetlenenlerden, Türklerin, kâğıdı Doğudan Batıya taşıma iddiasına sahip olsalar da, kâğıt üretimi konusunda pek fazla başarılı olamadıkları anlaşılmaktadır. Bunun başlıca nedeninin, önceleri toplumsal olarak kâğıda pek fazla ihtiyaç duymamış oldukları, XVIII. yüzyıldan sonra ihtiyaç duymaya başladıklarında ise, atı alıp Üsküdar'ı çoktan geçmiş bulunan Batı kapitalizmi karşısında -üstelik onun bir açık pazarı haline düşmüşken- rekabet şansına sahip olamayışları gerçeği olduğu ileri sürülebilir.
Osmanlılar kâğıt üretiminde pek başarılı olamamış görünseler de, ithal ettikleri kâğıtları işlemekte pek fazla hüner ve beceri göstermişlerdir. Her şeyden önce kâğıdı çok sevmiş, kâğıt kırpıntılarının bile israf olmamasına özen göstermiş, kâğıda karşı adeta kutsal bir şeymişçesine davranmışlardır.
Osmanlı Türklerinin kâğıtla olan ilişkilerinde, kâğıt işlemenin önemli bir yeri olmuştur. Çünkü güzel ve süslü yazı yazmak Osmanlılarda pek rağbette idi ve güzel ve süslü yazı da ancak çok iyi bir şekilde işlenmiş, terbiye edilmiş kâğıtlar üzerine yazılabilirdi. O kadar ki, hattatlar, kâğıtlara, yazacaklar yazının değerine göre değer verirlerdi. Bir neden olmadıkça, kullanmak istedikleri bir kâğıdın yerine başkasını kullanmazlar, iyi kâğıt bulamazlarsa yazı yazmak bile istemezlerdi.
Plastik sanatların resim, heykel vb dallarıyla ilgilenmeyen Osmanlıların, bütün enerjilerini ve dikkatlerini güzel ve süslü yazıya verdikleri söylenebilir. Osmanlılarda pek sık kullanılan, “Hattın fazileti beyanındadır” özdeyişine rağmen, yüzyıllar boyu hattın biçimine ve üzerine hat yazılan kâğıtlara yazının içeriğinden daha fazla önem verildiği gözlenmektedir.
İyi bir hat için kâğıtta bulunması gerekli bazı nitelikler ya da özellikler, hattatlarca titizlikle aranmıştır. Bunlar arasında:
Ham kâğıt kullanılmaması, kalemin kâğıda iyice yapışması, mürekkebi yayan kâğıda iltifat edilmemesi, kalemin cam üzerinde yazar gibi kayıp gitmemesi, kâğıdın yumuşak hamurlu olması, emme hassasının yüksek olması, kalemi tutmaması ve mürekkebi arkasına geçirmemesi;
Mümkün olduğu kadar silinebilmesi, silinince leke bırakmaması, renginin atmaması, aharlı, mühreli olması ve mümkünse bu işlemlerin eskiden yapılmış olması;
Kâğıdın renginin yazıyı boğacak, donuk ve cansız gösterecek türden olmaması; sayılabilir.
Gerçekten de günümüzden çok değil yüzotuz yıl önce, Beyazıd'daki bir kâğıtçı dükkanında, “şeker renk Venedik aherlisi”nden, “musaflık yeşil”e, “Hind Abadisi”nden, “yaldızlı İngiliz"e, “Felemenk ruganları”ndan, “Fransız parlağı"na pek çok ad altında yaklaşık yüz çeşit kâğıt bulmak olanaklıydı.
Türkler hemen her dönemde dışardan ithal ettikleri kâğıtları aharlamak (aherlemek), mührelemek ve boyamak gibi işlemlerden geçirirlerdi. Nitekim çeşitli kaynaklarda rastlanan kâğıtçı, kâğıthane ya da kağıt kârhanesi sözcükleri daha çok bu terbiye işleminin yapıldığı yerleri içeren anlamda kullanılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nda yüzlerce aile bu işlerle geçimini sağlarken, aherci, mühreci ve boyacılar da kendi içlerinde uzmanlaşmışlardı. Yine da bazı ünlü hattatlar, aherleme, boyama, mühreleme işlemlerini kendileri yapmayı tercih etmişlerdir.
Aherlemek, kâğıdın güzel yazı için elverişli bir hale getirilmesi, yani yüzeyinin birtakım sıvılarla güçlendirilmesidir. Şapta eritilmiş yumurta akı, sulu nişasta, pişmiş pirinç suyu, paça suyu vb sıvılar aherleme işleminde bolca kullanılırdı. Bu sıvılar kâğıdın yüzeyine bir kez sürülürse buna “tek aherli” iki kez sürülürse “çift aherli” denirdi.
Mührelemek ise “mühre” adı verilen genellikle camdan düz bir cisimle kâğıt yüzeyinin perdahlanması yani düzleştirilip parlatılmasıdır. Çakmak mühre, cam mühre, deniz kulağı mühre ve altın mühreleri gibi çok değişik mühreler vardır.
Aharlamak ve mührelemek kâğıdın yüzeyini düzlediği, dayanıklılığını artırdığı gibi, mürekkebin dağılmamasını, kâğıda sinek konmasını önlemekten, haşarattan korumaya kadar çeşitli yararları da vardı. Aharlayınca kâğıdın üstünde parlak bir tabaka meydana gelir. Bu parlak tabaka yüzünden kâğıt mürekkebi emmez, satıhta kalır. Bu yüzden de yazıları ıslak bir bezle veya yalayarak iz bırakmayacak şekilde silerek yerine yeniden yazmak mümkün olmuştur.
Aharlanmış kâğıtların dilimize bırakmış olduğu bir mirası da burada belirtmek yararlı olabilir:
Eskiden öğrenciler yazı öğrenirken yaptıkları her yanlışı, dilleriyle aharlı kağıtlar üzerinden mürekkebi yalayarak siler yenisini yazarlardı. Ne kadar çok hata yapılırsa o kadar çok yalayıp silmek gerekirdi. Dilimizde okur yazarlık alameti olarak bugün hala kullanılan çok mürekkep yalamış tabiri "aharlı" kâğıtların bu hususiyetiyle ilgilidir
Kağıtların boyanması ise başlı başına ayrı bir zanaattı. Kâğıtlar yalnızca boyanmaz ebrulanırdı da. Otuzun üzerinde farklı renk elde etme yöntemi bilinir, kâğıtlar ya banyo edilerek ya da sürülerek boyanırdı. Ebru kâğıdı yapma yöntemleri ise pek zengindi.
Görüldüğü gibi Türkler kâğıt üreticisi olmasalar bile, kâğıdın kullanımı konusunda kendi toplumsal bünyelerine ve kültürlerine uygun bir yol izlemişler, kâğıt yüzeylerini işleme ve bunlar üzerine güzel yazı yazmada, belki de başka hiçbir toplumda olmadığı kadar, uzmanlaşmışlar, başarı göstermişlerdir